Depremle yeni bir saflaşmamız oldu! Bana hocanı söyle sana korku dereceni söyleyeyim!

Medyaradar analisti Atilla Akar, deprem profesörleri arasındaki saflaşmaya ve bunun toplum üzerindeki etkilerine değindi…

Efendim; bir yanda “Dini hocalar” var. Onların tavsiyelerine, yönlendirmelerine göre hareket eden, onları rehber edinmiş, insanlar, gruplar mevcut. Onların ekseninde oluşmuş cemaatler, tarikatlar var. Olabilir. Duyguları sömürmedikleri, siyasete alet etmedikleri sürece inanç meselesidir diyelim. Herkes onlar ne derse ona inanıyor!

Diğer yanda ise kendine bilimi rehber edindiğini söyleyen “Bilimsel hocalar” var. Bunlar öncesinde epey bir uykuya yatıyorlar. Sonra bir deprem olunca aniden uyanıveriyorlar. Bunlarda kendi cephelerinden “vaazlar”ına başlıyorlar. (Bunlarında kendilerine göre “Müritleri” var!) Toplum pürdikkat bunlara kulak kabartıyor. Tavırlarını onlara göre saptıyor ya da saptamıyor. Sonuçta ister dinsel ister bilimsel olsun her biri kendi alanlarında “Otorite” olarak davranıyorlar. Kulaklar onlara dönük. Onlar neyi işaret ederlerse herkes o yöne bakıyor!..

Yeni Bir Saflaşmamız Oldu!..

Öncelikle belirtmeliyim ki deprem profesörleri arasında -belli ölçülerde- görüş farkları olması normaldir. Hatta bazen faydalıdır. Çünkü bilim donuk değildir ve karşıt tezlerin çarpışmasıyla oluşur. Ancak birbirine 180 derece ters yaklaşımlar farklı bir durum oluşturuyor. Hele de kritik anlarda!..

Bir taraf büyük, hasar ve kayıp derecesi çok yüksek bir deprem beklerken diğer taraf böyle bir ihtimal bulunmadığını söyleyebiliyor. Bunları söylemekle de kalmayıp birbirleriyle sert polemiklere girebiliyorlar. (Bilime olan güvense zedeleniyor bu arada) Zaten siyasal saflaşmalara boğulmuş toplumun yeni, nurtopu gibi birde “Bilimsel saflaşması” oluşuyor. Tuhaf ama böyle!..

Futbol Tartışması Yapmıyoruz!..

Bu da bir yerde önemli değil. Lakin siyaset veya futbol üzerine bir tartışma yapmıyoruz. Öyle olsaydı fazla problem teşkil etmezdi. Fakat karşımızda ciddi bir sorun var ve bu konuda söylenen her sözün toplumsal bir karşılığı oluyor. Zaten korku içinde, en ufak bir sallantıda bile panik yaşayan, sürekli diken üstünde, tedirgin milyonların olduğu bir yerde böylesi sözlerin insanların psikolojisi ve tavırları üzerinde bir etkisi mevcut. O yüzden söyleyeceklerimiz kadar söyleme biçimimizde önemli.

İnsanların aşırı hassaslaştığı bir dönemde bu nokta önemli. Dikkatli olmak gerekiyor. Öte yandan tabii ki doğruyu söyleme yükümlülüğümüzde var. Zaten sorunda burada çıkıyor. Çünkü bilim adamlarının her birinin kendine göre doğruları var.

İş burada çatallaşıyor. Teoride somut, pozitif olması gereken bilim tam bu noktada “Subjektif” kanaatlere dönüşüyor. İşte o zaman tuttuğumuz, kendimize yakın, psikolojimize uygun veya nabza göre şerbet veren yaklaşımlara meylediyoruz. Artık hangisine aklımız yatarsa!..

Baskın Duygu Korku!..

Burada “Şu doğru, bu yanlış” diyecek durumda değilim elbette. Lakin bu tartışmanın dinamiği bambaşka seyrediyor. Hocalar arasındaki rekabet, çekememezlik, hatta siyasal, felsefi, vb ayrımların etkisi ne kadardır, var mıdır bilemiyorum. Ancak toplum kendi psikolojik eğilimlerine göre etkileniyor veya etkilenmiyor.

Bence baskın duygu “Korku girdabı” oluyor. Zaten geniş insan yığınlarının durumu bilimsel açıdan analiz edecek hal ve kapasiteleri yok. O yüzden söylenenlerin kendilerini germe ya da rahatlatma derecesine bakıyorlar. (Tabii ne kadar rahatlarlarsa rahatlasınlar bilinçaltı alarm duyguları sürüyor o başka!) Bilim adamları böyle bir niyet taşımasalar bile sonuçta iş bir yerde “Nabza göre şerbet” e varıyor yani!..

Tam burada sanırım iki eğilim uç veriyor.

  1. Aşırı korkanlar: Bu kategoriye -anlaşılır olsa da- uyku uyuyamayanlar, parklarda yatanlar, vb giriyor herhalde.
  2. Nispeten daha sakin davrananlar: Bunlar “Kaderciler”, “yapacak bir şey yok” çular, “Nasıl olsa bunlar artçı” , vb diyenler gibi kendi aralarında muhtelif hiziplere ayrılıyorlar.
  3. Tabii arada git gel yapan, psikolojisi gidişata göre değişenler var ama bunlarda sonuçta korkunun derecelerine göre bir tarafa demirliyorlar.

Elbette ki “Hiç korkmayanlar” diye bir kesim yok. (Varsa kimdir o kahraman bende merak ettim!) “Ben korkmuyorum, hiç endişelenmiyorum” diyen varsa da ona da ben inanmam.

Bana Hocanı Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim!...

Dolayısıyla bunların hangi profesöre daha meyyal olduklarını ise korkularının derecesi belirliyor. Bazıları bilim adamı seçerken “Zaten korkuyorum beni daha fazla korkutma” diyorlar. O yüzden felaket senaryoları karşısında daha gergin oluyorlar. Bir diğeri “Aslında o kadar tehlike yokmuş, abartmayalım”, “Paniğe mahal yok” modunda. Sarkaç bir o yana bir bu yana gidip geliyor!..

Kısaca bunların profesörlere olan güven ya da güvensizliklerini, sempati veya antipatilerini de bu duygusal gelgitler belirliyor. Prof. Celal Şengör’den nefret ediyorlarsa korkularını kamçıladığı için, Prof Şener Üşümezsoy’a bu derece sempati besliyorlarsa korkularını yatıştırdığı, “rahatlatıcı” bulunduğu içindir.

Ruhun Derin Sarmalına Göre Tavır!..

Ancak her ikisine olan tavrı da belirleyen insanların duyduğu “Korku” ve onun dereceleri oluyor. (Bilimsel gibi görünen tartışma arka planda aslında psikolojik bir tartışmaya dönüşüyor!) Yoksa toplumun durumu analiz edecek kapasitesi zaten yok. İçgüdülerine göre hareket ediyor. Derin bir sarmal oluşuyor!..

Bu halet-i ruhiyeyi gazeteciliğin duayenlerinden, değerli dostum İdris Akyüz kendi X hesabında kısa ama çok vurucu şekilde, güzelce özetlemiş. Şöyle demiş Akyüz: “Ahmet Ercan’ı dinleyenler sabaha kadar uyanık kaldı. Celal Şengör’ü dinleyenler ilk uçakla İstanbul’u terk etti. Naci Görür’ü dinleyenler, temkinli olmakta yarar var deyip, parkta çadır kurdu. Şener Üşümezsoy’u dinleyenler ise, kafayı vurup yattı. Mis gibi bir uyku çekti.”

Bilim Gerçeği Söylemeli Ama!..

Evet, gerçekten de durum aşağı yukarı böyle oldu. Tabii bilim adamları her şeyden önce gerçeği acı da olsa söylemek zorundadır. Celal Şengör eğer bunu destekleyecek bilimsel verilere sahipse elbette bunu savunacaktır. Bu yüzden suçlanamaz. Şener Üşümezsoy’da kendini destekleyen verilere sahipse o da onu savunacaktır. Suçlanamaz. Yeter ki kimse şov yapmasın ve bol keseden atmasın!..

Kimse birilerinin hoşuna gidecek ya da gitmeyecek diye -toplumsal sorumluluğunu unutmadan- görüş bildiremez. Bu bilim ahlakına aykırıdır. Olaya bir süreç gözüyle bakmakta yarar var. Zaten Bana göre depremin zamanını kesin olarak veremediği, bir cevap geliştiremediği sürece şu anki cari “Bilim” en azından eksiktir, tamamlanmamıştır.

Tartışma iyi kavga kötüdür. Toplum hocaların gözünün içine bakıyor. O yüzden ağızdan çıkan her söze dikkat. Sorunun çözümü “Bakın ben ne kadar haklı çıktım” ya da “Haklıyım” egosunda değil, zamanında doğru uyarıları ve önerileri üslubunca yapabilmededir.

Bu uğurda emek veren herkese saygılarımla…

26. 04. 2025

ATİLLA AKAR Diğer Yazıları