Meslektaşlarına sahip çıktılar: "Gazetecileri rahat bırakın efendiler"
5 gazetecinin dün sabah saatlerinde ifadeleri alınmak üzere Vatan Emniyet’e götürüldükten sonra serbest bırakılması, bugünün köşe yazılarında da yankı buldu.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Suçlarla Mücadele Şubesine bağlı ekipler, sabah saatlerinde, gazeteciler, Odatv İmtiyaz Sahibi Soner Yalçın, Bizim TV Genel Yayın Yönetmeni Şaban Sevinç, Aykırı Genel Yayın Yönetmeni Batuhan Çolak, CHP İletişim Koordinatörü Yavuz Oğhan ve Medyascope Genel Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır'ı gözaltına aldı.
Gözaltına alınan beş gazeteci, Soner Yalçın, Şaban Sevinç, Yavuz Oğhan, Batuhan Çolak ve Ruşen Çakır ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı.
Gelişmenin yankıları bugünün köşe yazılarına da yansıdı. Pek çok gazeteci, meslektaşları için verilen talimatı eleştirdi.
Fehmi Koru, Karar Gazetesi’ndeki köşesinde “Gazetecileri rahat bırakın beyler, efendiler…” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesine vurgu yapan Fehmi Koru, şunları yazdı:
‘Şüpheli’ sıfatıyla Emniyet’e götürülen gazetecilerin adları şu: Soner Yalçın, Şaban Sevinç, Aslı Aydıntaşbaş, Ruşen Çakır, Yavuz Oğhan ve Batuhan Çolak…
Yazımı yazarken bu gazeteciler hakkında gözaltı ve tutuklama aşamasının söz konusu olup olmayacağı bilinmiyordu.
İçimden “Umarım olmaz” düşüncesi geçti.
Sonunda serbest bırakıldılar ama nedense yurtdışı yasağı kısıtlamasıyla…
Türkiye’de şu sırada cezaevlerinde kaç gazeteci misafir edildiğini bilmiyorum; fakat cezaevi misafirleri arasında, yetkili ağızlar aksini iddia etseler bile, gazeteciler olduğunun farkındayım.
Fatih Altaylı gibi tanınan bir gazeteci 100 günü aşan bir süredir cezaevinde olduğu için, eminim, kamuoyu da bu durumun farkındadır.
Zaten bizler bilmesek de Türkiye’yi yakın gözlem altında tutan uluslararası örgütler her gözaltına alınan gazetecinin kaydını teker teker tutuyor ve raporlarında zikrediyor.
Ülkemizle ilgili raporlarda basın özgürlüğü konusunda görünüm pek parlak değil.
Önemli mi o raporlar?
Bu sorunun cevabını merak edenler, onu, kolayca ulaşabilecekleri bir kişiye yöneltebilirler…
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e…
Ekonominin sorumluluğunu üzerine aldığı günden bu yana en büyük sorun olarak bilinen enflasyonun üstesinden gelmekte zorlanan ve kamuoyuna verdiği sözleri yerine getiremediğinin mahcubiyetini yaşayan Şimşek, soranlara doğruyu söyleyecektir.
Doğru şu: Basın özgürlüğü kuşkulu bir ülkeye yerli-yabancı sermayedarların yatırım yapması düşünülemez.
Ülkeye dışarıdan yatırım gelmez, yerli sermayedar da önünü göremediği bir ortamda, yatırıma dönüştürmek yerine parasının üzerine yatmayı yeğler…
Banka faizi daha güvenilir bir getiri kapısıdır çünkü…
Ekonomisi bozuk bir ülkede kökleşmiş sorunlara çözüm bulmak da zordur; hele o çözüm kitlelerin benimsemekte zorlanacakları türden ise, bu daha da zordur…
Aslında benim bunları hatırlatmama bile gerek yok; ülkemizin her günkü gerçeği bunlar değil mi?
Gazeteciler son zamanlarda ilginç bir suç ithamı ile karşı karşıya bırakılıyorlar. ‘Yalan bilgiyi alenen yayma, suç örgütüne yardım etme suçu’…
Herhalde böyle bir yasa maddesi var ve gazetecilere karşı o kullanılıyor…
Gazetecilere potansiyel suçlu muamelesi yapıldığı dönemler oldu elbette; basın tarihimiz o tür uygulama örnekleriyle doludur. İstanbul’da yıllardır varlığını sürdüren bir ‘Basın Müzesi’ var, orada örneklere rastlamak mümkün. Ankara’da da vaktiyle gazeteciler tarafından ‘Hilton’ diye adlandırılmış Ulucanlar Cezaevi bir tür basın müzesi gibi bugün…
İyi ama, yıl 2025 ve o günler çok geride kaldı.
Gazeteciler için ‘yalan bilgiyi alenen yayma, suç örgütüne yardım etme’ ithamı neden kullanılamaz?
Kullanılamaz, çünkü gazetecilerin yaptığı iş tamı tamına ‘bilgiyi alenen yayma’ işidir. Mesleğin ‘yalan habere’ izin vermeyen etik kurallarına uymaları beklenir gazetecilerden…
Anayasa (m. 28) “Basın hürdür, sansür edilemez” maddesiyle gazetecinin işinin kapsam genişliğini belirlemektedir.
Gazeteci elbette haberini yazar veya yorumunu yaparken ‘yalana’ sapmaz; sapamaz… Bunu suç haline dönüştürmek anayasanın hükmüyle çelişeceği için, saptığında devreye girmek üzere, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi, Ombudsman gibi meslek kurumları var…
Dünyanın demokrasi iddialı her ülkesinde durum böyledir.
Geçen gün, dünyanın ismi en fazla bilinen gazetesi New York Times’ta (NYT), Donald Trump’ın ABD’yi nereye doğru yönlendirdiğiyle ilgili uzunca bir değerlendirme yayımlandı.
NYT’nin o değerlendirmede seslendirdiği iddiası şu: “Trump ülkeyi adım adım demokrasiden uzaklaştırıyor ve otoriter bir rejime doğru yönlendiriyor.”
Trump daha önce NYT ve Wall Street Journal hakkında milyonlarca dolar tazminat talep edilen davalar açmıştı. Herhalde bu yazıyı da boş geçmeyecektir.
Devlet yönetiminde bulunanların basına karşı yapabilecekleri tek şey, bağımsız yargıya başvurmaktır.
Aynı NYT, Gazze konusunda İsrail yanlısı çizgisi sebebiyle basın örgütleri tarafından eleştiriliyor. Yazılarıyla katkıda bulunan akademisyen, sanatçı, siyaset ve diplomasi dünyasından çok sayıda yazar, NYT’nin bu tutumuna yazılarını keserek tepki verdi…
Basının yanlışlarına karşı ne yapılabileceğinin örneği giderek otoriterleşen ABD’den alınabilir.
Gazeteciler rahat bırakılsın beyefendiler; hem ülkenin, hem de sizlerin çıkarına olan budur
Emin Çölaşan, Sözcü Gazetesi’nde bugün yayımlanan “İnsanımızı bu duruma düşürenler” başlıklı yazısında şunları yazdı:
Peki ama böyle bir ortamda biz gazeteciler ne yapıyoruz!..
Hiç kuşkunuz olmasın benzer baskılar bizim üzerimizde de var.
Bunu sık sık yaşıyor ve hissediyoruz.
Burada size açıkça bir itirafta bulunayım:
İktidar yalakası olmayan, yandaş medyada çalışmayan gazeteciler olarak
her haberi veya her siyasi yazıyı yazmadan önce ister istemez düşünüyoruz:
“Başıma iş açılır mı?”
Çünkü gözaltına alındıktan sonra işin nereye varacağını bilmek mümkün değil.
Tutuklamaya kadar gider.
Size kendimden bir örnek vereyim...
Yazımı yazıyorum, sonra ne olur ne olmaz diye bir kez daha okuyorum.
Okurken bazen “Bu bölüm dava konusu olabilir” diye bazı cümleleri çıkarmak zorunda kalıyorum.
Bu saatten sonra kahramanlık peşinde koşmanın anlamı yok.
Çünkü aksi takdirde başıma ne gibi işler açılacağını geçmişte yaşadıklarımdan yola çıkarak iyi bilen biriyim.
İşin başka bir boyutuna değineyim:
Bizim yazılarımız acaba nerede ve kimler tarafından en büyük dikkatle okunuyordur?
Saray’da, konuyla ilgili savcılıklarda ve hükümet kesiminde!
Bakıyorlar, yazıda gözaltı ya da dava konusu olması mümkün bazı bölümler var mı diye!
Yani o gözle ve büyük bir dikkatle okuyorlar.
Bu iktidarın çok önemli bir taktiği daha var:
Gazeteci ne yazarsa yazsın, kendisine yanıt verilmeyecek.
Gerekiyorsa ifade vermeye savcılığa sevk edilecek ama yazının konusu tartışmaya açılmayacak.
Korkusuz yazarı Mustafa Mutlu konuyu “Normal halle!” başlığı ile ele aldı. Mutlu, şunları yazdı:
Güneş doğudan doğar, batıdan batar.
Kış gelince havalar soğur.
Tüm canlılar bir gün ölür.
Zaman durdurulamaz.
Trenler rayda gider, vapurlar denizde...
Ve...
Türkiye’de de gazeteciler gözaltına alınır, tutuklanır, dövülür, öldürülür.
Bu sonuncusunu “normal hale getirenler” de hiçbir zaman hesap vermez!
★★★
Dün güne yine “gazeteci operasyonları”yla başladık...
Şaban Sevinç, Yavuz Oğhan, Batuhan Çolak, Soner Yalçın ve Ruşen Çakır, “yalan bilgiyi alenen yayma” ve “suç örgütüne yardım etme” suçlamasıyla, polis zoruyla Emniyet’e götürüldü.
Hakkında aynı yönde talimat verilen Aslı Aydıntaşbaş’a ise ABD’de yaşadığı için ulaşılamadı.
Beş gazeteci sabahın erken saatinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Akşama kadar ifadeleri alındı ve serbest bırakıldı.
★★★
Dedim ya Türkiye’de gazetecilik yapıyorsanız; bunlar son derece doğaldır!
Hakkınızda dava açılır, yargılanırsınız...
Yargılama sonucunda suçlu bulunursanız da gider paşa paşa cezanızı çekersiniz...
Normal olmayan, “polis eşliğinde götürülmeniz”dir!
Kırk dört yıllık gazeteciyim; bugüne kadar ifadeye çağrıldığım için yüzlerce kez karakola ya da basın savcılarına gittim.
Ancak evime bir kez bile polis gelmedi. Hiç “polis zoru”yla ifade vermeye götürülmedim.
Çünkü yakın zamana kadar böyle bir uygulama yoktu.
★★★
Biz hayatlarında bir kez bile karakoldan, emniyetten, adliyeden içeri adım atmayan ve bununla övünen bir neslin çocuklarıyız...
Şimdi sırf mesleğimizi yaptığımız için buralardan çıkamıyoruz!
Yetmiyor; suçlu gibi kolumuza girilerek götürülüyoruz.
Yani; daha suçumuzu bile duymadan “suçlu” muamelesi görüyoruz...
Bizim için hava hoş...
Pireli yerde gezmedik ki kaşınalım!
Ama anamızın, babamızın, eşimizin, çocuğumuzun ne suçu var?
Neden onlara bu duyguyu yaşatıyorsunuz?
İşte; ben en çok bu haksızlığın “normalleşmesine” isyan ediyorum!
Aytunç Erkin, Nefes Gazetesi’ndeki köşesinde, Soner Yalçın hakkında şunları yazdı:
Hemen hemen her gün konuşuruz.
Yazıları üzerine yazılarım üzerine eleştirir, eleştirim.
Uyku dışında kalan vakitlerinde ya haber peşinde ya da okuduğu kitabın altını çizmekle meşgul.
Arada da takılırım, güleriz; “Bak Yalçın Küçük Hoca olma yolunda ilerliyorsun”.
Hataları yok mu? Var! Herkesin olduğu kadar.
Ama bildiğim, tanıdığım Soner ağabeyin işi gücü gazetecilik.
Jean-Paul Sartre, “Entelektüel, kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan insandır” der. Her şeye burnunu sokar, bilirim.
Dün sabah ifadeye çağrıldı, emniyetten serbest bırakıldı…
Bildiğim; Soner Yalçın gazetecidir! Son kitabı “SOLCULAR” üzerine de konuştuk, tartıştık. Kitapta şunun altını çizmiştim: “Solcu demek bizim ülkemizde gözaltı demek, mahkeme demek, hapislik, sürgün, bin bir eziyet demek... Yıl 1985. Vedat Türkali, Aydınlar Dilekçesi’nden Barış Derneği’ne kadar hep yargılandı. Tek suçu vardı: Düşünmek, yazmak, konuşmak. Hepsi bu...”
Deniz Zeyrek de Nefes Gazetesi’ndeki köşesinde konuya yer ayıranlardan oldu:
Gündelik hayattaki bu dönüşümler gibi, demokratik alışkanlıklarımızda da olumsuz bir dönüşüm var.
Temel hak ve özgürlüklerimizin gasp edilmesini fark etmek bir yana artık neyin temel hakkımız olduğunu dahi unutuyoruz.
Bizim kuşak gazetecileri el üzerinde tutardı.
Medya halkın haber alma hakkının teminatı olduğundan dördüncü kuvvet olarak görülürdü.
Şimdilerde “vurun abalıya” misali önüne gelen gazeteci hizaya getiriyor.
Bu dönüşümün farkında mısınız?
Yakında “Sesimiz oluyorsunuz, sesimizi duyuruyorsunuz”, “Hakkımızı hukukumuzu savunuyorsunuz” diyebileceğiniz tek bir gazeteci kalmayınca, neyi kaybettiğimizi göreceğiz ama iş işten geçmiş olacak.
Zafer Arapkirli’nin BirGün’de bugün yayımlanan yazısının başlığı ise “Kaleme ve mikrofona yaylım ateşi”:
7/24 kalemlerimize, klavyelerimize, mikrofonlarımıza, kameralarımıza (mecazen) ateş etmekten geri durmuyorlar. Kimi zaman bizzat fiilen, fiziken gövdelerimizin de hedef alındığı vâkîdir. Sırf işini yaptığı için ve tabii işini doğru düzgün yaptığı için, boyun eğmediği, biat etmediği, bağımsız duruşundan taviz vermediği için kaç meslektaşın cenazesinin kaldırıldığını, kaç meslektaşımızın yaralandığını, kör pusularda kör kurşunlara, sopalara ve muştalara - yumruklara hedef olduğunu sayamayız bile.
Hedef belli. Bizim naçiz kişiliklerimiz ya da gövdelerimiz değil. İşimizin malzemesi yani yazıp çizdiklerimizi, yani haberleri dert ediniyorlar.
İstiyorlar ki, hiçbir şey yazılıp çizilmesin ve söylenmesin.
Hatta ve hatta başkalarının ve meselâ kendi yandaşlarının yazıp çizdiklerini yeniden haber yapmamız bile onlar için suç (!) teşkil ediyor.
En yakın örnektir: Yandaş Sabah Gazetesi’nin bir muhabirinin bir savcıya yaptığı ziyareti "selfie"sini de ekleyerek kendi gazetesinde yayımladığı bir haberi, haber yaptıkları için BirGün mensubu gazetecilerin "savcının resmini yayımlayıp hedef göstermek" suçlamasıyla yargılanıp (ve hatta) mahkûm edilmesi. Öyle bir baskı ve korku iklimi yaratmaya çalışıyorlar ki, siyasetçilerin ağzından çıkan bir sözün gazete sayfalarında veya TV ekranlarında, internet sitelerinde görülmesi duyulması, yani haberciliğin gereği olarak "aktarılması" bile suç haline getirildi bu devirde.
**
Dün sabahki gazeteciler operasyonunda hedef alınan meslektaşlarımızın başına gelenler de, yargı tarihine geçecek boyutlarda şeyler. Bazıları emniyet sorgusundan sonra "Serbestsiniz" denilip, tam kapı eşiğinde "Bir dakika! Bir dakika!" diye tekrar içeri çağrıldıklarını ve iade edilen telefonların yeniden talep edildiğini ama yine bırakıldıklarını gördük.
Sadece büyük kentlerimizde değil, taşrada yerel basında çalışan meslektaşlarımızın da adeta "nefes aldın" gibi gerekçelerle, sırf gazetecilik yaptıkları için nasıl baskı altında tutulduklarını itilip kakıldıklarını ibretle izliyoruz.