Gülen'in bu mesajı mı hükümete geri adım attırdı?
Bakanlar Kurulu öncesi yapılan sohbette Fethullah Gülen 'inadı bırakın' mesajı vermiş.
Dershane tartışmalarının başladığı günden bu yana mesajlarını video
sohbetleriyle ileten Fethullah Gülen, yayınladığı son videosunda
'Sizin gibi Kur'an'a, imana, milli mefkuremize hizmete kendini
adamış insanlar geri adım atmayı da bilmeli' mesajı verdi.
Fethullah Gülen, dershane tartışmalarında beşinci video sohbetini
de herkul.org sitesinde yayınladı. Gülen sohbetinde enâniyet
(bencillik-kibir), şehvet, haset, hırs ve inat gibi duyguların
‘yaratılış hikmetlerini’ anlattı.
Siteden, sohbetin 1 Aralık Pazar günü yapıldığı açıklandı. Bu
açıdan verilen mesajların en dikkat çekeni ‘inat’ konusunda yapılan
‘geri adım atmayı bilin’ çağrısı oldu. Zira 2 aralık Pazartesi günü
yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında Hükümet dershane
düzenlemesinin 2015’e bırakıldığını açıkladı.
İşte Gülen’in mesajından satırbaşları:
*Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını
ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir
taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin,
nefret ve benzeri duygularla donatmıştır.
*İnsan mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi
boşlukların yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe
döndürülürse, bunların hepsi insanın önemli birer derinliği haline
de gelebilir. Bu duyguları kontrol altına alma kahramanlığını
ortaya koyanlar, nefislerine köle olma ve şeytanın oyununa gelme
zilletinden kurtulurlar. Zaten din, bizdeki iyiliğe açık nüveleri
besleyip geliştirmek ve kötülük temayülleri taşıyan fena
çekirdekleri de kurutup bodurlaştırmak için nazil olmuştur..
mahiyetimizde mündemiç bulunan şer meyillerinin önünü kesmek
suretiyle kötü hasletlerin boy atıp karaktere dönüşmesine fırsat
vermemek ve iyi yanlarımızı inkişaf ettirip bizi hakiki insanlığa
ulaştırarak Cennet’e ehil hale getirmek için vaz’ edilmiştir.
*Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen
“ene”den türetilmiş bir kelimedir. Ene’yi, nefis yerinde
kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği,
hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki
ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla
sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde
Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen
mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı
kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait
öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da
diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i
Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur. Onu bilmeyen ve mahiyetinden
haberdar olmayanlara gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve
bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice
güçlüleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle
bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş,
çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının
kurbanı olmuşlardır.
*İnsan mahiyetindeki duygulardan biri de şehvettir; o, insanın
meşru yollarla tatmini ve neslin çoğalması için verilmiştir.
Dolayısıyla onun, bir taraftan bu duyguya tamamen inhimâk etmek
gibi bir ifrattan, diğer taraftan da bütün bütün tecerrüt gibi bir
tefritten kaçınması ve orta yolu bulması gerekir ki, o da meşru
çerçevedeki zevklerle yetinip, gayr-i meşru isteklere karşı tavır
almakla olur.
*İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir
inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî
kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne
var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun
asla hak ve hakikatten ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tama,
makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen
kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek hak
yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir huy olan ve tamamen
nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu insanda hakta
sebat ve hakikate teslim olma şeklinde kendisini hissettirir. Evet,
artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve
bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine
hizmet eder hâle gelmiştir.
*Mus’ ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah
Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir
kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.”
deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu
uzatmıştı. İşte onun ortaya koyduğu inat çirkin bir sıfat değil
hakta sebat idi.
*Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların
düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana
mâlediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj
gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir
güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen
ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler
üzerinde gerçekleştiriyordu. Hatta ashabının görüşünü kendi
fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi.
Mesela, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), Uhud Savaşı öncesi
ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa
harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu,
Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar
verilmişti. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve
sellem) Uhud’a gitmişti. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu
çok yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin
şehit verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını
bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz,
Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi
yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme
adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun
gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru
okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp
geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı.
*Hazreti Ömer Efendimiz “el-vakkâf inde’l-hak” sözüyle
anılmaktadır. Bu tabir, “her zaman doğrunun yanında yer alan, hak
ve adaletten asla ayrılmayan, kendisinin rağmına olsa da mutlaka
hakka boyun eğen, Kitabullah’ın hükmüne gönülden rıza gösteren ve
hakkın söz konusu olduğu yerde anında frenlemesini bilen insan”
demektir. Hazreti Ömer, yumruğunu kaldırıp tam hasmının gözüne
indireceği bir anda, hakkın hatırı için öfkesini yutarak kollarını
hafifçe iki yanına salıverecek kadar duygularına hâkim bir
insandır. O, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi gibi hiçbir işi
kendi düşüncesine göre yapmamış, hemen her meselesini mü’minlerle
istişare etmiş; Kur’an’a, Sünnet’e ve İcma’ya uygun bir kararla
karşılaşınca da hemen kendi düşüncesinden vazgeçebilmiştir.
Şüphesiz onun bu hali, hâlis mü’minlerin ve takva ehlinin de
halidir.
*Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir
miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu.
(Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da
değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus
olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu
mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe
esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını
sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu
konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim
haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah,
Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran…’ (Nisâ Sûresi, 4/20)
buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti
Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir
kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve
hak karşısında hemen boyun eğmişti.
*Sizin gibi Kur’an’a, imana, milli mefkuremize ve gaye-i hayalimize
hizmete kendini adamış insanlar, ileriye adım attıkları gibi
yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve geriye adım atmada da
diriğ etmemelidirler. O, ileriye doğru atılan adımların on katı
adım sayılır. Efendimiz o idi, Raşit halifeler onlardı; bize
demezler mi, “Siz kimin ümmetisiniz, kimi temsil ediyorsunuz, neyin
arkasındasınız, Allah aşkına?!.”